27 Şubat 2011 Pazar

AYRILIŞ

                                                       “Kalktı, kendini aynada uzun uzun seyretti.
                                                         Ben bir eşcinselim, dedi kendi kendine. ”
                                                          Jean-Paul Sartre – Bir Yöneticinin Çocukluğu


   Kapıya anahtarı taktı, çevirdi… İçeri girdi. Havasızdı ev… Daha gelmemiş olduğunu düşündü Mehmet’in… Ayakkabılarını çıkardı. Öylece bıraktı kapının önünde, hemen gidecekmiş gibi…
   Salona gitti. Işığı yakar yakmaz Mehmet’i gördü. Camın kenarındaki koltuğa oturmuş, sigara yakmıştı… Arkasına bile bakmadı Mehmet… Camdaki yansıdan, Murat’ın yanına doğru geldiğini anlıyordu…
   Murat, soğuk ellerini doladı Mehmet’in vücuduna…
   Üşüdü… Titredi… Umursızdı ama; başını bile çevirmedi ona doğru Mehmet…
   İkiside yolu izliyordu şimdi… Akşamüstü serinliği caddeleri boşaltıyordu…
   Arabalar, insanlar, köpekler, bulutlar, yıldızlar, sevgililer geçti önlerinden…
   Birine bile tepki vermedi ikiside… Mehmet aynı şekilde oturdu, tek yaptığı hareket sigarasını yudumlamaktı… Murat da kollarıyla sarmalamaya devam ediyordu Murat’ı…
   Aynıydılar…
   Mutluydular… Uzun zamandır süren ilşkileri vardı… Üniversite yıllarında tanışmışlardı…
   Murat ellerini kaldırdı. İçeriye gitti. Odasına girdi. Hazırlanmış bavulunu açtı. Tekrar kontrol etti. Bir şey unutmuş olmaktan her zaman korkardı… Yapısı böyleydi…. Ayrıntılara önem verirdi… İçi rahatladı. Unuttuğu herhangi bir eşya kalmamıştı.
   Bavulunu kaldırdı. Kapının kenarına koydu. Mehmet, camdan izliyordu onu.
   Murat salona girince, ışıkları kapattı. Karanlık oldu oda… Dışarıdan azcık ışık sızıyordu sadece… Mehmet’in oturduğu koltuğa yaklaştı. Eğildi. Öptü onu. İlk öpüşmeleri gibi heyecan vericiydi bu öpücük. Mehmet, başını çevirdi. Karşılık verdi ona.
   Bir an gitmemek konusunu düşündü Murat… Yapamazdı. Gitmek zorundaydı. Geleceğiydi söz konusu olan…
   Nemlenmiş dudaklarıyla “ hoşçakal ” dedi Murat.
   Mehmet cevap vermedi. Yerinden bile kalkmadı. Dışarıyı seyretmeye devam ediyordu. Sokak lambaları yanmıştı.
   Kapıyı sessizce kapadı Murat…
   Dışarı çıktı. Mehmet’i son kez görme umuduyla başını kaldırıp baktı.
   Mehmet ona el salladı.
 
     

 
   

26 Şubat 2011 Cumartesi

VAZO

   Duvarlar beyazdı, kirlice bir beyaz… Bir kadın boylu boyunca uzanmıştı yatağa.
   Yatak beyazdı…
   Kadın üşüyordu. Ayak parmakları titriyordu yorganın dışında sallanan…
   Her yerini sıkıca örtmeye çalışmış; ama başaramamıştı.
   Saçları sarıydı kadının, uzun değildi. Gözlerini belirli bir noktaya dikmişti. Uyumuyordu ya da göz kapakları açık uyuyordu.
   Oda soğuktu… Ufaktı… Büyükçe bir yatak… Bir gardırop… Küçükte bir ayna asılıydı duvarda…
   Kadın, sol elini kaldırdı. Yorganı düzeltti. Ayaklarını soktu içeri. Şimdi farkına varmış olması, uyuduğunun göstergesiydi biraz önce… Elini usulca duvara götürdü. Bir süre kaldı böyle. Eline bakıyordu. Eli duvara bakıyordu. Parmakları duvarın soğukluğunu bedenine saplatıyordu.
   Kadın irkiliyordu her saniye…
   Odada değişik bir koku vardı. Pis… Çürük kokusu gibi… Yatağın yanında… Sigara paketlerinin hemen sağında güller vardı vazonun içinde… Solmuş. Boyunlarını bükmüş, kurumamış ama… Çürümüş! Vazodaki su, yeşildi. Çok önceden konulmuş olmalıydı bu çiçekler vazoya…
   Geceydi…
   Kadın düşünüyordu… Eli duvara yapışıp kalmıştı sanki… Diğer elinide duvara götürdü kadın… Yorganı açıldı… Üzeri çırılçıplaktı… İki eli duvardaydı. Duvar soğuktu. O üşüyordu.
   Ellerini çekti duvardan yorganı tuttuğu gibi yere fırlattı… Kadın şimdi yatağın ortasında çaresizdi… Korunaklı değildi… Korkmuyordu… Duvara dayadı tekrar ellerini… Yan döndü bu sefer, duvara doğru…
   Çığlık atmaya başladı… Bağırdı kadın… Ağladı… Soluğu kesilecek gibi oldu. Yeniden başladı bağırmaya…
   Kadın duvarı yumrukladı… Parmakları kanamaya başladı. Beyaz duvarda kırmızı noktalar oluştu…
   Yüzünü tavana verdi aniden. Alçak geldi ona. İki eliyle itmeye çalıştı tavanı. Tavan onu basıyordu. İtti o, pes etmedi… Tavan alçaldı… Alçaldı… Yüzyüze geldi tavanla… Elleri halen itmeye çabalıyordu… Alçaldı tavan… Üzerine kapandı… Kadını ezdi… Daha da alçaldı tavan... Vazoya yaklaştı...
   Vazo kırıldı.

24 Şubat 2011 Perşembe

SİSTEN ARTAKALAN

  Pus aniden dolduruyor sokağı… Karşıdaki yapraksız ağaçları göremiyorum. Hissediyorum onları. Eminim, birbirlerine değiyor dalları rüzgar estikçe…
   Dalgaların sesi yırtıyor penceremi…
   Büyükler… Çok büyükler… Hissediyorum…
   Yanımda çayım var… Yeni demledim… Sıcacık. Üzerindeki duman, sise karışır camı açsam. Öyle sıcak yani… Bir sevgili gibi çayım. İçimi ısıtıyor.
   Öpüşüyorum da onunla hem… Dudaklarımı götürünce bardağıma… Rengi de kırmızıya yakın. Hani derler ya aşkın rengidir diye… İnanmam öyle şeylere; ama olsun…
   Elektrikler gitti şimdi…
   Kapkaranlıkta oturuyorum… Yalnız değilim! Çayımlayım… Korkmuyorum o yüzden… Normalde ürkerim siyahlıktan… Bu defa değil ama!
   Yudumluyorum onu… O’da seviyor beni biliyor musunuz? Devamlı elimde tutmamı istiyor kendisini… Sıcaksın diyorum… Olsun diyor zaten ellerin buz gibi... TutBırakma beniTamam diyorum tamam… Dediğin gibi olsun… Söz son ana kadar yanımda olacaksın benim…
   Konuşmaktan sıkıldı heralde benimle… Soramıyorum da neden sustun diye… Bakışıyoruz sadece… Yakından hemde… Burun buruna geliyoruz kimi anlar… Ağız ağıza geldiğimiz bile oluyor…
   Sözcükler nerede peki? Neden bu sessizlik?
   Konuş! Benim sana ihtiyacım var… Senin dudaklarına ya da sıcacık bedenine değil… Benimle konuşmanı istiyorum ben… Konuş! Bir söz tek bir kelime çıksın ağzından… Ben sözümü tutuyorum… Bırakmıyorum seni… Konuş! Yalvarıyorum sana konuş benimle!
   Susuyor. Rüzgar uğulduyor dışarıda…
   Bardağı duvara çarpıyorum…Cam parçaları yüzümü kanatıyor.
   Sisten artakalan…
     …  sadece kan.

23 Şubat 2011 Çarşamba

KONUŞMALAR 2


                                                                  “ Ağlar, bariz ağlar…”

     Hoş geldin…
   Sana baktım; ama göremedim… Cam kenarında oturmadın heralde. Nasıl geçti gecen? Kadınlar… İçkiler… Fazla içtin mi? Daha iyi sabaha baş ağrısıyla uyanmazsın…
   Ben mi ne yaptın? Bunu mu merak ettin? Sevindim şu an, biliyor musun? Uzun zamandır sen bile beni merak etmiyordun…  Öylece durdum… O kadar….
  Çıkar üzerindekileri. Yat birazdan… Sabaha az kaldı… İşe gitmeyecek olsan bile… Erken uyan, eskiden saat on olmaz kalkardın… Hatırlıyor musun? Giderdin bakkala, gazetelerini alırdın… İki, üç saat aralıksız okurdun onları. Gözlerin kıpkırmızı kesilirdi… Gözlüğü de takmazdın… Önemli olan bilgiydi senin için… Kültür… Birikim… Bunları öğrenmek için çabalayıp dururdun… Şimdi… Duman oldu, yok oldu sanki hepsi… Yanlış mı düşünüyorum… Biliyorum, seni sinirlendirmek için yapıyorum… Söylediklerime bakma sen… Doğru olan buydu… Yalnızlığa sürükledi seni; ama doğrusuydu dediğim gibi… En doğrusu…
   Beni sordun, kısacık cevap verdim sana… Seni konuşmaktan alamıyorum kendimi. Sen bana dikkatlice baksana bir saniye… Ağladın mı sen? Yalan söyleme… Ağlamışsın… Hem de böyle hıçkırır cinsten.. Doyasıya… Neden peki? Aklından neler geçti anlat… Dinlemek istiyorum bütün geceni… Ne yaptığını o köhne barda…
   En dipteki masaya oturdun demek… Tahmin ettiğim sen… İnsanlardan uzak köşeler… Elinden sigaran da hiç düşmedi, öyle değil mi? Devamlı yaktın, söndürdün… Ciğerlerin ağrıdı artık… Devam ettin ama içmeye… O, sendin çünkü… Düşündün… Hep, düşündün…
   İçkini yarıda bıraktın bir de… O huyun vardır senin… Söylersin, içmezsin… Soğuk bira ılınır gider önünde… Düşünmezsin bile onu… Sen ağlatacak, seni üzecek şeyler düşünürsün… Eskileri… Geleceği… Anlattığım ölüm mü ağlattı seni yoksa? Ben biraz hayal kurdum, biraz gerçek… Onu sana anlatırken… O kadar varma üzerine… Yaşayınca ikimizde göreceğiz… Ya da göremeyeğiz… Kim bilir?
   Evet, ağlatan nedir hadi söyle artık… Orada aşık mı oldun yoksa? Hemen duygulandın, ağlamaya mı başladın… Yok, bu çok saçma oldu… Aklıma başka bir şey gelmiyor ama… Tahmin yürütmeye çalışıyorum… Olmuyor…
   Hala beni soruyorsun… Bırak beni şimdi… Bana kendini, bu gece o barda neden ağladığını anlat!
   Yine süzülüyor gözyaşların, soğuk… Teninde kayıyorlar karşımda, yanağından ağzının kenarına doğru akıyorlar… Yapma… Her ne üzdüyse seni… O musluktan akan su gibi… Kork ve umursama…
   Anlatmayacaksan sabaha kalsın… Merak ettim… Çok merak ettim hem de… Yarına kadar gözümü kırpmayacağım… Seni de sıkmak istemiyorum, teksin hayatımda… Yat o zaman artık… Bunu daha önce de söyledim mi sana? Evet, söyledim…
   Kapı mı çalıyor? Yukarıdaki kadının terlikleri mi vuruyor yoksa parkeye… Yok bu kapı vurulması gibi… Kalkıp bak bence… Kim gelmiş olabilir ki bu saatte? Hadi… Bak… Belki beklediğin biridir… O’dur belki… Seni ağlatandır…
   Ya da ölümdür…

22 Şubat 2011 Salı

KONUŞMALAR

  Loş odadasın… İçeride su damlıyor musluktan… Küvete dokunan her damla, ürkütüyor seni… Banyoya kafanı uzatıp bakmak istiyorsun… Korkuyorsun ama.
  Yapamayacaksın… Boş ver… Umursama… Duyma gelen sesleri… Sağır kal bir süreliğine… Korkunu yenene kadar… Fazla değil…
  Hadi camdan bak biraz… Dışarıdan birileri geçer… Elleri birbirine dolanmış sevgililer… Öpüşen çiftler… Bir köpek karıştırır çöp yığınlarını… Ufacık bir kemik bulur mu bulmaz mı o da bilmez… Sabırla devam eder karıştırmaya ama… Belki, eski dostlarından birini görürsün… Hani şu lisede aynı sırada oturduğun arkadaşını… Göremez misin? Neden öldü mü yoksa?… Aklıma hemen ölüm geldi yine… Karamsarım değil mi? Evet, öyleyim biliyorum… Herkes aynı şeyi söylüyor… Herkes dediysem çevremde çok insan olduğunu düşünme… Sen de biliyorsun yalnızımdır… Arkadaşın yurtdışında yaşıyor, anladım… E o zaman göremezsin evet… Yine de bak bence…
  Hadi gel…
  Şu karşıdaki bara girdin mi hiç? Hayır mı? Neden peki? Sana o kadar yakın… Bence bu akşam oraya gitmelisin… Adımını atsan oradasın zaten. Saat daha erken. Gece yarısına daha var. Kalk giyin hemen. Ben gelemem senle ama… Sen git. Dışarı çıkmış olursun hem biraz. Buraya yığılıp kalacaksın bir gün. Kimsenin umurunda olmadan öleceksin… Kendi çığlıklarından korkup öleceksin burada… Kokucaksın günlerce… Komşuların seni bulunca, polise haber verecekler… Polis gelecek, kıracak kapıyı… Yerde yatıyorsun… Bedenin ağır… Beyaz… Ruhsuz… Şişmiş… Böcekler sarar mı dersin peki? Sarar değil mi? Siyah ceset torbası getirecekler hemen. İçine korkuyla koyacaklar seni… Polislerin elleri eldivenli olacak… Ağızlarına, burunlarını saracak maske takacaklar… Odadaki tek renk o beyazlıklar olacak… Eldiven ve maske beyazlığı…
   Korkutmuyorum seni değil mi? Bunları biliyorsun zaten… Biliyorsun…
  Bu masa… Toz içinde… Kitaplar desen onlar da öyle. Okurken böyle mi okumayı seviyorsun yoksa? Neden? Romantik mi geliyor… Toz… Aklıma geldi şimdi… John Fante’nin bir kitabı vardı… Toz’a Sor diye okudun mu sen onu? Okudun öyle mi? Hiç görmedim okuduğunu ama… Ben de okumuştum… Güzel kitaptır… Anlatış tarzı farklıdır… Neyse tamam unut Fante’yi şimdi…     Giyinmeye kalk artık. Karşımda oturmuş bakıyorsun sokağa. Kafa sallama bana… Gitmiyeceğim demek bu. Git şu evden… Rutubet ve izmarit kokan odadan kurtul…
  Sigara içip öyle mi kalkacaksın… Tamam olur… Hızlı içiyorsun zaten sigarayı… Paketten çıkarman bile içmenden daha uzun sürüyor. Abarttım. Biliyorum. Belki gülersin diye yapıyorum arada böyle şeyler. Ama ne gezer… Hep donuk bakıyorsun bana. Korkuyorum bazen senden, biliyor musun? Delirmenden… Uzun zamandır konuşmuyorsun çünkü kimseyle… Tek konuştuğun, benim… Haykırarak duvarlara yumruk atacaksın bir gün… Bundan korkuyorum… Mutfakta ne varsa yere fırlatacaksın hepsini… Yazılarını yırtıp sokağa uçuracaksın… Kitaplarını… Onları da mı öyle yapacaksın?… Yapma… Sen onlarla yaşadın hep…
  Sigaranı bitir artık… Son yudum için ne demiştin geçenlerde iki sevgilinin son öpüşmesi gibidir, sıcak… düşünceli… nemli… Yanlış mı anımsadım… Doğru değil mi? Hafızama güvenirim… Biliyorsun… Bas artık izmariti kül dolu tablana… Ez, sönsün… Cılız duman çıkmasın sen gittikten sonra… Söndüremem ben onu… Kokusu bütün gece burnuma gelir sonra… Nefesim kesilir… Ölmem ama korkma… Yine ölüm… Yine ölüm… Neden bu kadar bahsediyorum bu ölümden? Mutluluk, güneş, bulutlar, deniz… Bunlar aklımdan geçmezken hep ölümü görüyorum… Onu söylüyorum sana…
  Giyinmeye kalk artık… Orası bu gece seni bekliyor… O bar… O içkiler… O kadınlar belki… Uzun zamandır dokunamadığın o bedenler… Dudaklar… Öpüşmeye hazır seni bekliyor…
  Çok şık olmuşsun… Git hemen…
  Ben buradan izlerim seni…
 

20 Şubat 2011 Pazar

SONUNDA

   Dalgalar kayalıkları dövüyordu…
   Yeni uyanmıştı. Acelece bir sigara sarmış ve hemen yakmıştı… Bir şeyler yemeden önce, mutlaka içerdi sigarasını… Senelerden beri bunu alışkanlık haline dönüştürmüştü.
  Oda, dumanla kaplandı… Bulut geldi gökyüzünden içeri girip oturdu sanki tavanda… Sonra, sinsice yuvarlandı aşağıya doğru… Çöktü üzerine kitaplarının, uykulu göz kapaklarını kapadı sanki… Yazılarını toza bürüdü… Seçilmez oldu cümleler kağıtlarının üzerinde...
  Öksürdü… Ciğerlerini patlatır gibi gibi öksürdü. Duvarlarda yankı buldu… Dumana karıştı… Dağıldı… Parçalandı… Umursamadı… Gözlerini kısarak çekti sigarasını. İçinde tuttu biraz… Burnundan verdi nikotinli nefesini…
   Öksürdü yeniden ve yeniden… Kalktığı gibi camı açtı. Bırakmaya çalışıyordu sigarayı; ama bir kere saplanmıştı karanlıktaki kızıllığa…
  Sigarası hala elindeydi… Kalemi gibi tutuyordu onu… Hayatta kalan son arkadaşı gibi… Eski aşkları gibi… Öpüşmeleri, sevişmeleri gibi tutuyordu bir kadınla… Nefesi gibi tutuyordu… Çocuğu gibi… Yeni doğmuş daha annesinin sütünden kesilmemiş bebeği gibi tutuyordu onu… Kendi gibi… Kitapları, kitapları ve kitapları gibi… Onu tutuyordu…
  Odaya gürültüler doldu camı açmasıyla beraber… Dalgalar sövüp sayıyordu kıyalara… Haykırıyorlardı kim bilir neleri… Hangi dertlerini, sevinçlerini… Yalnızlıklarını değil ama; çünkü onlar hep kalabalıktılar…
  Sigarasından son kez nefeslendi. Atkısını gelişigüzel sarıp, paltosunu giydi. Hava soğuktu. Hafiften serpiştiriyordu yağmur… Çok inceydi damlalar… Nasıl gördü ki onları… Hissetti belki de…
  Limana doğru inmeye başladı. İçini ürperten soğuk etkiledi onu. Yüzü buruştu... Ellerini hareket ettiremeyecek gibi soktu cebine… Hızlıca yürüdü…
  Mendireğin üzerinden atlıyordu dalgalar bazen… Karadeniz deliydi bugün… Mavi değil, beyazdı… Köpük köpüktü… İlerler yeşildi biraz… Kahverengiydi… Değişikti…
  Üzerine çıktı mendireğin…
  Suratına esintisi geldi denizin… Tuza boyandı suratı…  İlk önce denizin ilerisi karardı, yaklaştı karanlık… Yaklaştı… Gördü onu… Siyah dalga yüzüne vurdu…
  Sabah içtiği son sigarasıydı…
   Sonunda bıraktı.

14 Şubat 2011 Pazartesi

DÜŞÜNCE



   Kültablasında yarı sönük izmaritler…
   Ağzında sigarası adamın… Keyifsizce çekiyordu dumanı. Kimseyle konuşmadan yaşamaya çalışıyordu ufak evinde…
   Bilinçsizce dışarı bakıyordu her saat… Gözlerinin altı mordu, dudakları kurumuştu… Patlaklar vardı iki dudağı arasında bir yerde. Elleri kırışmış, saçlarının sadece arkası kalmıştı… Beyazdı… Dökülmeye yer arıyordu azıcık saçı…
   Koltuğuna rahatça oturamamıştı. Birazdan kalkıp bir yerlere gidecek ya da keyifsiz bir sohbetten sıyrılacak gibiydi… Tam ucuna oturmuştu siyah, yumuşak koltuğun.
   Cama kafasını iyice yaslamıştı. Alnındaki ter camda izler bırakıyordu. Nefesinden sokağa doğru sis iniyordu…
   Müzik, hafiften duyuluyordu arka odadan... Gözlerini dikmişti aynı yere, tam sokağın başına. Bir an olsun doğrultmuyor, rahatlatmıyordu kendini…
   Hava kararmaya başlıyordu. Gün, akşam öncesine adım atıyordu… Aklı karşı ağaçtaki kuşlara takılıp bir yerlere gidiyordu belki… Uzaklardaki anılarına… Annesine… Babasına… Çocuklarına… Ailesine… Doğup büyüdüğü şehre, İzmire… Üniversite yıllarına… Eski kitaplarına… Aşklarının pürüzsüzlüğüne… Dokunduğu kadın bedenlerine… Yaşamın, salıncakta sallanan bir çocuk gibi keyif verdiği yıllara… Gezip gördüğü ülkelere…
   Sigarasının izmariti yere düşecek gibi eğildi… Umursamadı… Müzik daha da kısıldı sanki dedi içinden… Dönüp, arka odaya gidip açmadı sesini… Baktı derince, hep ama hep aynı yere… Sokağın başına…
   Simitçi girdi sokağa… Canı çekti, sıcak taptaze bir simit… Yanında dumanı tüten çay hayal etti… Sevdiği küçük, tiryaki bardağında.
   Camı açıp, isteyebilirdi simidi… Yapmadı. Sadece baktı…
   Müzik sustu…
   Kül yere döküldü…

13 Şubat 2011 Pazar

ÖLÜM

    
   Kapının altından beyaz ışık sızıyor odama… Sessizlik, bütünleştiriyor beni kendisiyle. Onunlayım sadece…
  Yorgun gözlerim kapanmaya çabalıyor… Korkuyorum…
  Uyumak, çaresiz bir başkaldırı hayata. Yataktak kalkıp sigara yakıyorum hemen. Duman bulutlaşıyor üzerimde, çöküyor başımdan ayağıma kadar… Karanlıkta göremiyorum; fakat onu hissediyorum…
  Gece derin… Ben ise küçüğüm onun karşısında… İç sorgulamalar uyutmuyor bedenimi…
  Düşünüyorum…
  Gülüşmeler geliyor etraftan bu sırada… Ben dahil olamıyorum onlara… Dışardayım, yitik bir ülkenin masalsı kahramanlarıyla yaşıyor gibiyim… Kabuğum sert ve geniş. Kırıp çıkmak istiyor zihnimin bir yanı. Hayır diyorum sen olduğun gibisin, bak busun işte, siyahlığın en koyu olduğu odada kitapların ve yazılarınlasın… Tek ışığın, ıslakça gelen beyazlık…
  Kitabımı açıp okumaya başlıyorum. Karanlık! Cümleler hep aynı gibi diyorum…
  DEĞİLLL…
  Evet, öyle olmadığını biliyorum. Gökkuşağı gibi hepsi… Görüyorum…
  Kapının kilidiyle oynanıyor… Kafamı kaldırıp bakıyorum.
  Ürküyorum her saniye daha da! Yeniden bir şeyler kopup geliyor içime, yerleşiyor…
  Ağrılar…
  Vücudumun tamamını sarmasın istiyorum… Yalvarıyorum! Kuvvetleniyorlar… Demir bir kartal gibi konuyor tenime, organlarıma, sigarama…
  Kapı açılmaya başlıyor… Odam aydınlanacak diye beklerken, tam tersi…
  Rüzgar uğulduyor,  pencere önümdeki yapraksız ağaç salınıyor… Dalları camımı tıklıyor…
  Ölüyorum…

KAĞITLAR

   Uykusu geldi. Okuduğu kitabı kapadı, masa lambasını söndürdü… Yattığı odaya gidiyordu ki birden aklına düştü eski sevgilisi… Arkasını döndü. Camın hemen kenarındaki kitaplıkta bulunan kutuyu aldı eline. İçini açtı. Tomarla kağıt doldu avuçlarına…  Masanın üzerine döktü hepsini…
   Yeşil, kırmızı ve mavi kağıtlar… Kimisi zarflıydı…
   Gül yaprakları aktı masasına… Kurumuş, bordolaşmıştı… Bir toka çıt etti vurdu, irkildi. Sıkışan sadece bunlardı yazdıklarının arasına… Cümleleri nasıl bir tutkuyla yazdıysa öylece duruyordu… Aşk, ona çok şey öğretmişti… Bunlardan biri de yazmaktı…
   İlişkileri iyi gidiyor, sonra yeniden küsüyorlardı birbirlerine… Seneler boyunca dostluk kurmuşlardı sevgilerinin yanında. Aşk dostluktu aslında, en iyi dostluk…
   Soluksuzca sevişmişlerdi soğuk gecelerde bazen… Bütünleştirmişlerdi bedenlerini…
   Kızgınlıkları güler yüzlü sarılmarıyla son bulurdu, filmlerdeki mutlu sonlar gibi.
   Kendi yazdıklarını tekrar okumaya cesaret edemiyordu… Elindeydi kağıtların bazıları, sıkıyordu onları. Sanki yiten aşkın ardından kalan posaları çıkarmaya çalışıyordu hafızasından…
   Olmuyordu. Gittiğinden beri eskisi gibi değildi yaşamı…
   Sigaralar… Kitaplar… Yalnızlık… İçki…
   Dolanıp duruyordu zihni eski hayallerinde. Çıkıp kopmak istiyordu. Satırlarda aramaktan bıkmıştı onu. Her kitap okuduğunda, onunla ilgili tek bir ayrıntı uzanıp ona yetiştiriyordu kollarını… Yaşamayan ya da başkasının omzunda uyuya kalan o kadına…
   İçeri gitti, sigara paketini aldı. Kibriti alevlendirdi sertçe. Yaktı. Duman yükselmedi tavana doğru… Masanın üzerine çöktü, yağmur getiren bulutlar gibi…
   Gözleri kanlanmaya başladı… Okumuyordu da öylece bakıyordu ona yazdığı mektuplara. Uykusuzdu günlerdir. Yeni bir romana başlamıştı. Onu bitirmeye uğraşıyordu. Kahvelerle ayakta durmaya çabalıyordu.
   Yazdıklarını bir kenara itti. Çalışma alanı yarattı kendine… Romanı yazdığı defteri çıkardı. Eline kalemi aldı… Kaldığı yere kalınca çizgi attı. Bastırarak üzerinden geçti sonra…
   Eski sevgilisi için hikaye yazmaya başladı.

10 Şubat 2011 Perşembe

AN

   Onunla uzun zamandır görüşmüyordum. Eğer yanılmıyorsam, son görüşmemiz İstanbul dışında olmuştu. Ilık bir yaz gecesiydi... Merdiven aralığındaki soğuk basamaklara oturmuş, gözlerimizin içine bakmıştık. Gökyüzü karanlığı siliyordu… Ay, ışıyordu tepemizde…
   Bir anda elini başımın arkasına götürdü ve kendine doğru çekti beni. Kalın ve ruj kokan dudaklarıyla bütünleştirdi dudaklarımı… Tüylerim ürperdi…
   Sokuldum ona doğru…
   Nefesi sigara kokuluydu… Çok içerdi mereti… Günde neredeyse iki paket yakardı.
   Soluksuz kalmıştım. Gözlerimi kapatıp, tadını çıkarmıştım öpüşmelerin… Sesleri yankılanıyordu boşlukta dudaklarımızın. Nemlenmiştiler...
   İlk o ayırmıştı dudaklarını… Sonra, elleriyle yanaklarımı sıkıca tutup gülmüştü… Sıcacıktı…
   Hiç konuşmamış, kalkıp evine doğru yürümüştü… O gece ben deniz kıyısında uyudum; Soğuk kumun üzerinde, yıldızların kıpırdanışlarına bakarak…
   Ertesi gün uyanır uyanmaz evine gittim… Kapıyı çaldım. İçerisi sessizdi… Daha şiddetli vurmaya başladım ahşap kapıya… Yine ses yok… Kalbim hızlıca atmaya, midem ezilmeye başladı… Korkum, bedenime böyle etki ederdi her defasında.
   Demirli cama yürüdüm. Yatak odasıydı orası… Seslendim, vurdum hatta…  Derin uyuyor heralde  dedim…
   Sigara yakıp sahile yöneldim…
   “ Beyefendi buradan nereye döneceğim? ”
   Anılarımdan, gerçek anıma adımımı bu soru attırdı bana.
   “ Ben burada ineyim. Borcum ne kadar? ” dedim.
   “ Dokuz lira! ”
   “ Şöyle vereyim ” dedim on lira uzattım taksiciye… “ İyi akşamlar. ” dedim, indim… Cevap vermedi.
   Hava soğuktu. Biraz yürüdükten sonra buluşacağımız kafeye girecektim… Heyecanlıydım. Dile kolay on iki sene sonra görecektim onu… İlk sevgilim sayılmasa bile, benim için değerli olanlardan biriydi…
   Sigara içip içmemek konusunda tereddütte kaldım.
   “ En iyi sigara, soğukta içilendir!” düşüncesini ortaya atan biriydim… Dayanamadım, çıkartıp sigaramı derince yudumlandım.
   İzmariti, su birikintisine attım. Turunculuk, simsiyah oldu.
   İçeri girdim. Bütün masalar doluydu… Kalabalıktan nefret ederdim. Tüm yüzlere baktım, onun sıcaklığını görmeye çalıştım. Daha gelmemiş diye düşünürken en köşedeki masadan usulca bir el kalktı havaya doğru… Evet oydu! Hızlıca yanına gittim. Ayağa kalktı. Sarıldık… Eli elimdeydi… Hiç soğumamıştı…
   Bıraktığım gibiydi, gözleri, elleri, yüzü…
   Dudaklarıysa değişmişti… Sanki eskimişlerdi…
   Karşısına oturdum… Yine hiç ağzımızı açmamıştık…
   “Nasılsın? ” dedim, “ çok güzel gözüküyorsun ve sana bir şey söyleyeyim mi? Hiç değişmemişsin…”
   “ İyiyim, daha doğrusu iyi olmaya çalışıyorum… Teşekkür ederim ama; aslında çok değiştim…” dedi. “ Senin nasıl gidiyor hayatın? ”
   Garson geldi… Birer sade kahve istedik… Eskiden de böyleydi, şeker dahi atmazdı kahvesinin içine…
   “ Beni biliyorsun, yazar olma hevesim vardı o zamandan beri… Bunu gerçekleştirdiğimi düşünüyorum… Hikayeler yazıyorum… Yeni bir kitabım çıkacak yakında onunla uğraşıyorum şimdi de…”
   “ Bilmez miyim? O kadar sevindim ki senin röportajını gazetede görünce… Hedeflerinin hep peşinden gittin heralde… Keşke ben de yapabilseydim bunu…”
   “ Sen üniversiteyi ne yaptın? Okumadın mı yoksa?”
   “ Konservatuarı kazandım, ilk sene okula devam ettim… Sonradan canım sıkıldı. Uğraşamadım git gel git gel hergün… Bir de sıkılırım hemen her şeyden…”
   “ Ee ama sen çok istiyordun orada okumayı, o kadar da çalışmıştın yanlış mı hatırlıyorum?”
   “ Ya evet doğru söylüyorsun ama… Olmadı işte, boş ver!”
   Kahvelerimiz geldi… Eli hemen şeker kutusuna yöneldi. Kapağı kaldırıp, üç şeker aldı. Tek tek içine attı kahvesinin sonra sessizce karıştırdı…
   “ Şekersiz içerdin… ” dedim.
   “ Oo yazarcım hatırlıyorsun demek… O seneden sonra başladım şekere… Hayatım belki tatlanır diye ama olmadı…”
   Gülüştük… Sigarasına uzandı… Çekti, dudaklarının arasına götürdü… Ateşledim hemen, sonra kendiminkini yaktım…
   “ Hala içiyor musun günde iki paket? ” dedim…
   “ Evet, hiç azaltmadım hatta bazen üçüncü paketi bile açıyorum…” dedi…
   Kalabalığın sesi uğutlu haline gelmişti artık… Rahatsız olmuştum. Bunu fark etti. Yapacak bir şey yoktu ama…
   Bakışları beni eskiye götürdü… Değiştiler… Keskinleşip, sevişme isteği duyar gibi oldular… Bir şey diyemedim…
   Kalktı yerinden… Tuvalete gidecek sandım. Yanıma geldi. Kolumdan tuttu… Kulağıma eğildi sonra… “ Kahveyi boş ver… Bana gidelim, aynı kalmış mıyım bakarsın…” dedi.
   Bir anda elini başımın arkasına götürdü ve kendine doğru çekti beni. Kalın ve ruj kokan dudaklarıyla bütünleştirdi dudaklarımı…
   Tüylerim ürperdi…

7 Şubat 2011 Pazartesi

HATIRLAR MISIN?

                                                                                                                
                                                                                                   Yaşananlar için,

                                                           “Sarhoş mu oldum ne?” dedim kendime.
                                                Ama sarhoşluğu kim kaybetmiş ki ben bulayım!
                                                                                                             N.Gogol.


   Durmaksızın içiyordu… Daha yeni gelmiştik. Masamız hemen mezelerle donatıldı… Sonra rakılar döküldü bardaklara. Sek içerdi. Her gece devirirdi şişeleri...
   Yalnız yaşardı  ufak evinde… Kitaplara aşıktı sadece, okuma onun için tutkuydu. Sevdiğini satırlar arasında bulmayı denerdi her defasında. Bulurdu da… Kaybetmezdi. Defterine not ederdi cümleleri, aşkı yakaladığında onlarda…
   “ Yavaştan al artık, çok hızlı gidiyorsun! ” dedim.
   Gülmekle yetindi. Bilirdim, bana bir şey olmaz, alışkınım ben oğlum diyecekti… “ Sus,” dedim “ kapa çeneni, bilmiş bilmiş konuşacaksın yine!”
   Hafifçe başını eğdi… “Müzikler,” dedi “  ne kadar güzel değil mi? Beni aldı götürdü valla…”
   Müzik, hafiften dokunuyordu ruhumuzun çocuksu tenine…
   “ Nereye götürdü bakayım? ”
   “ Orasını kurcalama! ”
   “ Lan söylesene! ”
   “ Babamı hatırlar mısın? ”
   “ Hatırlarım da hatırlamasına ne alaka şimdi? ” dedim.
   “ Hiç merak ettim de…”
   “ Sen gerçekten sarhoş oldun farkında mısın? ”
   “ Ya olduysam oldum ne bok yiyeyim şimdi? Hem söylesene nesini hatırlarsın babamın? ”
   “ Boyunu posunu, konuşmasını, espirilerini falan işte.”
   “ Başka? ” dedi.
   “ Sevgililerini! ” dedim sıkılarak…
   “ Hiç ona çekmedim değil mi? Belki de bu yüzden hep yalnız kaldım bu hayatta! Onun gibi olmam lazımdı… Ama olamadım ki oğlum; düşünsene gençtim daha, düğününe gittim babamın, o çok etkiledi beni… Kızlardan nefret ettim o yüzden belki de! Tam Aziz Nesinlik hikaye… Ah yazmayı bir becerebilsem yazacağım da bütün bunları… Yok kardeşim olmuyor yani, iki satır yazıyorum sonra bir boka benzemiyor…” dedi.
   Ne diyeceğimi bilemedim. Zor durumdaydım. Fazla sevmezdi bu kadar konuşmayı babası ve gençliği hakkında… Yaşadıkları gerçekten zordu… Geçmişine bakınca üzülüyordu, yaşamamış olmak istiyordu bütün o hatıraları… Elinde miydi sanki onun? Değildi… Zihninde parlamayı sürdürüyordu hemen hepsi, paslanmak nedir bilmiyorlardı…
   “ Meyve mi söylesek? ” dedim. Konuyu değiştirip, onu rahatlatmak istedim… Bunu anlamış olacak ki söze atıldı.
   “ Ya ben ne diyorum farkında mısın? ”
   “ Evet de üzme be oğlum kendini… Geçmiş gitmiş her şey… Peşini bırakmıyor biliyorum ama unutman lazım yaşanmaz böyle…”
   “ Bu zamana kadar yaşadım, içime attım her şeyi… Farklı olacak bundan böyle, bak görürsün…” dedi.
   “ Kalkalım mı artık, saat de geç oldu? ”
   “ Oturalım bir sigara daha yakayım öyle kalkarız…”
   “ O müzik,” dedim “ nereye götürdü seni hala söylemedin? ”
   “ Babamı hatırlar mısın?  

4 Şubat 2011 Cuma

TESADÜF

   Yerden bir taş aldım, gökyüzüne değiyordu gölgesi…  İlk önce enginlik koktu, sonra denizin dibindeki sert akıntıda salınıp duran yosunlar…
   Soğuk ellerimle denizin suyunda ısınmış taşın her yerine dokundum… Elim ısındı.  Şekli bozuk, delik deşikti her yanı taşın… Oyuklardan birine kulağıma götürdüm, en ufak olanına; balıkların haykırışlarını dinledim, birbirleriyle suyun o kuvvetli sesi içindeki konuşmalarını…
   Çıplak ayaklarıma dalgalar gelip duruyordu… Islak kum, her dalganın gidişinde altımdan kayıp gidiyordu.
   Taşı elimde sıkıca tutarak kuma oturdum.
   Vücudum, dalgakıran gibiydi şimdi. Su, yüzüme kadar çarpıyordu. Bilinçsiz hareketler yapıyordum. Bir önüne bir arkasına bakıyordum taşın, gölgesi halen tepemde duruyordu.
   Kırmızıydı taş…
   Gölgesi de kırmızı…
   Güneş, denize doğru eğdikçe başını gölge büyüyordu…Kumsal ıssızdı, yaz bitmişti çoktan; kışın ilk aylarındaydık biz…
   Taş ve ben…
          Üzerimdeki gölge…
                    Kırmızılık bir de…
  Bedenim tuzlu suya bulandı tamamen. Lacivert köpüklü dalgalar turunculaştı; benim de rengim değişti… 
   Taşı aldığım yere koydum, güneş battı…
   Gökyüzü, kırmızı kaldı…