27 Şubat 2011 Pazar

AYRILIŞ

                                                       “Kalktı, kendini aynada uzun uzun seyretti.
                                                         Ben bir eşcinselim, dedi kendi kendine. ”
                                                          Jean-Paul Sartre – Bir Yöneticinin Çocukluğu


   Kapıya anahtarı taktı, çevirdi… İçeri girdi. Havasızdı ev… Daha gelmemiş olduğunu düşündü Mehmet’in… Ayakkabılarını çıkardı. Öylece bıraktı kapının önünde, hemen gidecekmiş gibi…
   Salona gitti. Işığı yakar yakmaz Mehmet’i gördü. Camın kenarındaki koltuğa oturmuş, sigara yakmıştı… Arkasına bile bakmadı Mehmet… Camdaki yansıdan, Murat’ın yanına doğru geldiğini anlıyordu…
   Murat, soğuk ellerini doladı Mehmet’in vücuduna…
   Üşüdü… Titredi… Umursızdı ama; başını bile çevirmedi ona doğru Mehmet…
   İkiside yolu izliyordu şimdi… Akşamüstü serinliği caddeleri boşaltıyordu…
   Arabalar, insanlar, köpekler, bulutlar, yıldızlar, sevgililer geçti önlerinden…
   Birine bile tepki vermedi ikiside… Mehmet aynı şekilde oturdu, tek yaptığı hareket sigarasını yudumlamaktı… Murat da kollarıyla sarmalamaya devam ediyordu Murat’ı…
   Aynıydılar…
   Mutluydular… Uzun zamandır süren ilşkileri vardı… Üniversite yıllarında tanışmışlardı…
   Murat ellerini kaldırdı. İçeriye gitti. Odasına girdi. Hazırlanmış bavulunu açtı. Tekrar kontrol etti. Bir şey unutmuş olmaktan her zaman korkardı… Yapısı böyleydi…. Ayrıntılara önem verirdi… İçi rahatladı. Unuttuğu herhangi bir eşya kalmamıştı.
   Bavulunu kaldırdı. Kapının kenarına koydu. Mehmet, camdan izliyordu onu.
   Murat salona girince, ışıkları kapattı. Karanlık oldu oda… Dışarıdan azcık ışık sızıyordu sadece… Mehmet’in oturduğu koltuğa yaklaştı. Eğildi. Öptü onu. İlk öpüşmeleri gibi heyecan vericiydi bu öpücük. Mehmet, başını çevirdi. Karşılık verdi ona.
   Bir an gitmemek konusunu düşündü Murat… Yapamazdı. Gitmek zorundaydı. Geleceğiydi söz konusu olan…
   Nemlenmiş dudaklarıyla “ hoşçakal ” dedi Murat.
   Mehmet cevap vermedi. Yerinden bile kalkmadı. Dışarıyı seyretmeye devam ediyordu. Sokak lambaları yanmıştı.
   Kapıyı sessizce kapadı Murat…
   Dışarı çıktı. Mehmet’i son kez görme umuduyla başını kaldırıp baktı.
   Mehmet ona el salladı.
 
     

 
   

26 Şubat 2011 Cumartesi

VAZO

   Duvarlar beyazdı, kirlice bir beyaz… Bir kadın boylu boyunca uzanmıştı yatağa.
   Yatak beyazdı…
   Kadın üşüyordu. Ayak parmakları titriyordu yorganın dışında sallanan…
   Her yerini sıkıca örtmeye çalışmış; ama başaramamıştı.
   Saçları sarıydı kadının, uzun değildi. Gözlerini belirli bir noktaya dikmişti. Uyumuyordu ya da göz kapakları açık uyuyordu.
   Oda soğuktu… Ufaktı… Büyükçe bir yatak… Bir gardırop… Küçükte bir ayna asılıydı duvarda…
   Kadın, sol elini kaldırdı. Yorganı düzeltti. Ayaklarını soktu içeri. Şimdi farkına varmış olması, uyuduğunun göstergesiydi biraz önce… Elini usulca duvara götürdü. Bir süre kaldı böyle. Eline bakıyordu. Eli duvara bakıyordu. Parmakları duvarın soğukluğunu bedenine saplatıyordu.
   Kadın irkiliyordu her saniye…
   Odada değişik bir koku vardı. Pis… Çürük kokusu gibi… Yatağın yanında… Sigara paketlerinin hemen sağında güller vardı vazonun içinde… Solmuş. Boyunlarını bükmüş, kurumamış ama… Çürümüş! Vazodaki su, yeşildi. Çok önceden konulmuş olmalıydı bu çiçekler vazoya…
   Geceydi…
   Kadın düşünüyordu… Eli duvara yapışıp kalmıştı sanki… Diğer elinide duvara götürdü kadın… Yorganı açıldı… Üzeri çırılçıplaktı… İki eli duvardaydı. Duvar soğuktu. O üşüyordu.
   Ellerini çekti duvardan yorganı tuttuğu gibi yere fırlattı… Kadın şimdi yatağın ortasında çaresizdi… Korunaklı değildi… Korkmuyordu… Duvara dayadı tekrar ellerini… Yan döndü bu sefer, duvara doğru…
   Çığlık atmaya başladı… Bağırdı kadın… Ağladı… Soluğu kesilecek gibi oldu. Yeniden başladı bağırmaya…
   Kadın duvarı yumrukladı… Parmakları kanamaya başladı. Beyaz duvarda kırmızı noktalar oluştu…
   Yüzünü tavana verdi aniden. Alçak geldi ona. İki eliyle itmeye çalıştı tavanı. Tavan onu basıyordu. İtti o, pes etmedi… Tavan alçaldı… Alçaldı… Yüzyüze geldi tavanla… Elleri halen itmeye çabalıyordu… Alçaldı tavan… Üzerine kapandı… Kadını ezdi… Daha da alçaldı tavan... Vazoya yaklaştı...
   Vazo kırıldı.

24 Şubat 2011 Perşembe

SİSTEN ARTAKALAN

  Pus aniden dolduruyor sokağı… Karşıdaki yapraksız ağaçları göremiyorum. Hissediyorum onları. Eminim, birbirlerine değiyor dalları rüzgar estikçe…
   Dalgaların sesi yırtıyor penceremi…
   Büyükler… Çok büyükler… Hissediyorum…
   Yanımda çayım var… Yeni demledim… Sıcacık. Üzerindeki duman, sise karışır camı açsam. Öyle sıcak yani… Bir sevgili gibi çayım. İçimi ısıtıyor.
   Öpüşüyorum da onunla hem… Dudaklarımı götürünce bardağıma… Rengi de kırmızıya yakın. Hani derler ya aşkın rengidir diye… İnanmam öyle şeylere; ama olsun…
   Elektrikler gitti şimdi…
   Kapkaranlıkta oturuyorum… Yalnız değilim! Çayımlayım… Korkmuyorum o yüzden… Normalde ürkerim siyahlıktan… Bu defa değil ama!
   Yudumluyorum onu… O’da seviyor beni biliyor musunuz? Devamlı elimde tutmamı istiyor kendisini… Sıcaksın diyorum… Olsun diyor zaten ellerin buz gibi... TutBırakma beniTamam diyorum tamam… Dediğin gibi olsun… Söz son ana kadar yanımda olacaksın benim…
   Konuşmaktan sıkıldı heralde benimle… Soramıyorum da neden sustun diye… Bakışıyoruz sadece… Yakından hemde… Burun buruna geliyoruz kimi anlar… Ağız ağıza geldiğimiz bile oluyor…
   Sözcükler nerede peki? Neden bu sessizlik?
   Konuş! Benim sana ihtiyacım var… Senin dudaklarına ya da sıcacık bedenine değil… Benimle konuşmanı istiyorum ben… Konuş! Bir söz tek bir kelime çıksın ağzından… Ben sözümü tutuyorum… Bırakmıyorum seni… Konuş! Yalvarıyorum sana konuş benimle!
   Susuyor. Rüzgar uğulduyor dışarıda…
   Bardağı duvara çarpıyorum…Cam parçaları yüzümü kanatıyor.
   Sisten artakalan…
     …  sadece kan.

23 Şubat 2011 Çarşamba

KONUŞMALAR 2


                                                                  “ Ağlar, bariz ağlar…”

     Hoş geldin…
   Sana baktım; ama göremedim… Cam kenarında oturmadın heralde. Nasıl geçti gecen? Kadınlar… İçkiler… Fazla içtin mi? Daha iyi sabaha baş ağrısıyla uyanmazsın…
   Ben mi ne yaptın? Bunu mu merak ettin? Sevindim şu an, biliyor musun? Uzun zamandır sen bile beni merak etmiyordun…  Öylece durdum… O kadar….
  Çıkar üzerindekileri. Yat birazdan… Sabaha az kaldı… İşe gitmeyecek olsan bile… Erken uyan, eskiden saat on olmaz kalkardın… Hatırlıyor musun? Giderdin bakkala, gazetelerini alırdın… İki, üç saat aralıksız okurdun onları. Gözlerin kıpkırmızı kesilirdi… Gözlüğü de takmazdın… Önemli olan bilgiydi senin için… Kültür… Birikim… Bunları öğrenmek için çabalayıp dururdun… Şimdi… Duman oldu, yok oldu sanki hepsi… Yanlış mı düşünüyorum… Biliyorum, seni sinirlendirmek için yapıyorum… Söylediklerime bakma sen… Doğru olan buydu… Yalnızlığa sürükledi seni; ama doğrusuydu dediğim gibi… En doğrusu…
   Beni sordun, kısacık cevap verdim sana… Seni konuşmaktan alamıyorum kendimi. Sen bana dikkatlice baksana bir saniye… Ağladın mı sen? Yalan söyleme… Ağlamışsın… Hem de böyle hıçkırır cinsten.. Doyasıya… Neden peki? Aklından neler geçti anlat… Dinlemek istiyorum bütün geceni… Ne yaptığını o köhne barda…
   En dipteki masaya oturdun demek… Tahmin ettiğim sen… İnsanlardan uzak köşeler… Elinden sigaran da hiç düşmedi, öyle değil mi? Devamlı yaktın, söndürdün… Ciğerlerin ağrıdı artık… Devam ettin ama içmeye… O, sendin çünkü… Düşündün… Hep, düşündün…
   İçkini yarıda bıraktın bir de… O huyun vardır senin… Söylersin, içmezsin… Soğuk bira ılınır gider önünde… Düşünmezsin bile onu… Sen ağlatacak, seni üzecek şeyler düşünürsün… Eskileri… Geleceği… Anlattığım ölüm mü ağlattı seni yoksa? Ben biraz hayal kurdum, biraz gerçek… Onu sana anlatırken… O kadar varma üzerine… Yaşayınca ikimizde göreceğiz… Ya da göremeyeğiz… Kim bilir?
   Evet, ağlatan nedir hadi söyle artık… Orada aşık mı oldun yoksa? Hemen duygulandın, ağlamaya mı başladın… Yok, bu çok saçma oldu… Aklıma başka bir şey gelmiyor ama… Tahmin yürütmeye çalışıyorum… Olmuyor…
   Hala beni soruyorsun… Bırak beni şimdi… Bana kendini, bu gece o barda neden ağladığını anlat!
   Yine süzülüyor gözyaşların, soğuk… Teninde kayıyorlar karşımda, yanağından ağzının kenarına doğru akıyorlar… Yapma… Her ne üzdüyse seni… O musluktan akan su gibi… Kork ve umursama…
   Anlatmayacaksan sabaha kalsın… Merak ettim… Çok merak ettim hem de… Yarına kadar gözümü kırpmayacağım… Seni de sıkmak istemiyorum, teksin hayatımda… Yat o zaman artık… Bunu daha önce de söyledim mi sana? Evet, söyledim…
   Kapı mı çalıyor? Yukarıdaki kadının terlikleri mi vuruyor yoksa parkeye… Yok bu kapı vurulması gibi… Kalkıp bak bence… Kim gelmiş olabilir ki bu saatte? Hadi… Bak… Belki beklediğin biridir… O’dur belki… Seni ağlatandır…
   Ya da ölümdür…

22 Şubat 2011 Salı

KONUŞMALAR

  Loş odadasın… İçeride su damlıyor musluktan… Küvete dokunan her damla, ürkütüyor seni… Banyoya kafanı uzatıp bakmak istiyorsun… Korkuyorsun ama.
  Yapamayacaksın… Boş ver… Umursama… Duyma gelen sesleri… Sağır kal bir süreliğine… Korkunu yenene kadar… Fazla değil…
  Hadi camdan bak biraz… Dışarıdan birileri geçer… Elleri birbirine dolanmış sevgililer… Öpüşen çiftler… Bir köpek karıştırır çöp yığınlarını… Ufacık bir kemik bulur mu bulmaz mı o da bilmez… Sabırla devam eder karıştırmaya ama… Belki, eski dostlarından birini görürsün… Hani şu lisede aynı sırada oturduğun arkadaşını… Göremez misin? Neden öldü mü yoksa?… Aklıma hemen ölüm geldi yine… Karamsarım değil mi? Evet, öyleyim biliyorum… Herkes aynı şeyi söylüyor… Herkes dediysem çevremde çok insan olduğunu düşünme… Sen de biliyorsun yalnızımdır… Arkadaşın yurtdışında yaşıyor, anladım… E o zaman göremezsin evet… Yine de bak bence…
  Hadi gel…
  Şu karşıdaki bara girdin mi hiç? Hayır mı? Neden peki? Sana o kadar yakın… Bence bu akşam oraya gitmelisin… Adımını atsan oradasın zaten. Saat daha erken. Gece yarısına daha var. Kalk giyin hemen. Ben gelemem senle ama… Sen git. Dışarı çıkmış olursun hem biraz. Buraya yığılıp kalacaksın bir gün. Kimsenin umurunda olmadan öleceksin… Kendi çığlıklarından korkup öleceksin burada… Kokucaksın günlerce… Komşuların seni bulunca, polise haber verecekler… Polis gelecek, kıracak kapıyı… Yerde yatıyorsun… Bedenin ağır… Beyaz… Ruhsuz… Şişmiş… Böcekler sarar mı dersin peki? Sarar değil mi? Siyah ceset torbası getirecekler hemen. İçine korkuyla koyacaklar seni… Polislerin elleri eldivenli olacak… Ağızlarına, burunlarını saracak maske takacaklar… Odadaki tek renk o beyazlıklar olacak… Eldiven ve maske beyazlığı…
   Korkutmuyorum seni değil mi? Bunları biliyorsun zaten… Biliyorsun…
  Bu masa… Toz içinde… Kitaplar desen onlar da öyle. Okurken böyle mi okumayı seviyorsun yoksa? Neden? Romantik mi geliyor… Toz… Aklıma geldi şimdi… John Fante’nin bir kitabı vardı… Toz’a Sor diye okudun mu sen onu? Okudun öyle mi? Hiç görmedim okuduğunu ama… Ben de okumuştum… Güzel kitaptır… Anlatış tarzı farklıdır… Neyse tamam unut Fante’yi şimdi…     Giyinmeye kalk artık. Karşımda oturmuş bakıyorsun sokağa. Kafa sallama bana… Gitmiyeceğim demek bu. Git şu evden… Rutubet ve izmarit kokan odadan kurtul…
  Sigara içip öyle mi kalkacaksın… Tamam olur… Hızlı içiyorsun zaten sigarayı… Paketten çıkarman bile içmenden daha uzun sürüyor. Abarttım. Biliyorum. Belki gülersin diye yapıyorum arada böyle şeyler. Ama ne gezer… Hep donuk bakıyorsun bana. Korkuyorum bazen senden, biliyor musun? Delirmenden… Uzun zamandır konuşmuyorsun çünkü kimseyle… Tek konuştuğun, benim… Haykırarak duvarlara yumruk atacaksın bir gün… Bundan korkuyorum… Mutfakta ne varsa yere fırlatacaksın hepsini… Yazılarını yırtıp sokağa uçuracaksın… Kitaplarını… Onları da mı öyle yapacaksın?… Yapma… Sen onlarla yaşadın hep…
  Sigaranı bitir artık… Son yudum için ne demiştin geçenlerde iki sevgilinin son öpüşmesi gibidir, sıcak… düşünceli… nemli… Yanlış mı anımsadım… Doğru değil mi? Hafızama güvenirim… Biliyorsun… Bas artık izmariti kül dolu tablana… Ez, sönsün… Cılız duman çıkmasın sen gittikten sonra… Söndüremem ben onu… Kokusu bütün gece burnuma gelir sonra… Nefesim kesilir… Ölmem ama korkma… Yine ölüm… Yine ölüm… Neden bu kadar bahsediyorum bu ölümden? Mutluluk, güneş, bulutlar, deniz… Bunlar aklımdan geçmezken hep ölümü görüyorum… Onu söylüyorum sana…
  Giyinmeye kalk artık… Orası bu gece seni bekliyor… O bar… O içkiler… O kadınlar belki… Uzun zamandır dokunamadığın o bedenler… Dudaklar… Öpüşmeye hazır seni bekliyor…
  Çok şık olmuşsun… Git hemen…
  Ben buradan izlerim seni…
 

20 Şubat 2011 Pazar

SONUNDA

   Dalgalar kayalıkları dövüyordu…
   Yeni uyanmıştı. Acelece bir sigara sarmış ve hemen yakmıştı… Bir şeyler yemeden önce, mutlaka içerdi sigarasını… Senelerden beri bunu alışkanlık haline dönüştürmüştü.
  Oda, dumanla kaplandı… Bulut geldi gökyüzünden içeri girip oturdu sanki tavanda… Sonra, sinsice yuvarlandı aşağıya doğru… Çöktü üzerine kitaplarının, uykulu göz kapaklarını kapadı sanki… Yazılarını toza bürüdü… Seçilmez oldu cümleler kağıtlarının üzerinde...
  Öksürdü… Ciğerlerini patlatır gibi gibi öksürdü. Duvarlarda yankı buldu… Dumana karıştı… Dağıldı… Parçalandı… Umursamadı… Gözlerini kısarak çekti sigarasını. İçinde tuttu biraz… Burnundan verdi nikotinli nefesini…
   Öksürdü yeniden ve yeniden… Kalktığı gibi camı açtı. Bırakmaya çalışıyordu sigarayı; ama bir kere saplanmıştı karanlıktaki kızıllığa…
  Sigarası hala elindeydi… Kalemi gibi tutuyordu onu… Hayatta kalan son arkadaşı gibi… Eski aşkları gibi… Öpüşmeleri, sevişmeleri gibi tutuyordu bir kadınla… Nefesi gibi tutuyordu… Çocuğu gibi… Yeni doğmuş daha annesinin sütünden kesilmemiş bebeği gibi tutuyordu onu… Kendi gibi… Kitapları, kitapları ve kitapları gibi… Onu tutuyordu…
  Odaya gürültüler doldu camı açmasıyla beraber… Dalgalar sövüp sayıyordu kıyalara… Haykırıyorlardı kim bilir neleri… Hangi dertlerini, sevinçlerini… Yalnızlıklarını değil ama; çünkü onlar hep kalabalıktılar…
  Sigarasından son kez nefeslendi. Atkısını gelişigüzel sarıp, paltosunu giydi. Hava soğuktu. Hafiften serpiştiriyordu yağmur… Çok inceydi damlalar… Nasıl gördü ki onları… Hissetti belki de…
  Limana doğru inmeye başladı. İçini ürperten soğuk etkiledi onu. Yüzü buruştu... Ellerini hareket ettiremeyecek gibi soktu cebine… Hızlıca yürüdü…
  Mendireğin üzerinden atlıyordu dalgalar bazen… Karadeniz deliydi bugün… Mavi değil, beyazdı… Köpük köpüktü… İlerler yeşildi biraz… Kahverengiydi… Değişikti…
  Üzerine çıktı mendireğin…
  Suratına esintisi geldi denizin… Tuza boyandı suratı…  İlk önce denizin ilerisi karardı, yaklaştı karanlık… Yaklaştı… Gördü onu… Siyah dalga yüzüne vurdu…
  Sabah içtiği son sigarasıydı…
   Sonunda bıraktı.

14 Şubat 2011 Pazartesi

DÜŞÜNCE



   Kültablasında yarı sönük izmaritler…
   Ağzında sigarası adamın… Keyifsizce çekiyordu dumanı. Kimseyle konuşmadan yaşamaya çalışıyordu ufak evinde…
   Bilinçsizce dışarı bakıyordu her saat… Gözlerinin altı mordu, dudakları kurumuştu… Patlaklar vardı iki dudağı arasında bir yerde. Elleri kırışmış, saçlarının sadece arkası kalmıştı… Beyazdı… Dökülmeye yer arıyordu azıcık saçı…
   Koltuğuna rahatça oturamamıştı. Birazdan kalkıp bir yerlere gidecek ya da keyifsiz bir sohbetten sıyrılacak gibiydi… Tam ucuna oturmuştu siyah, yumuşak koltuğun.
   Cama kafasını iyice yaslamıştı. Alnındaki ter camda izler bırakıyordu. Nefesinden sokağa doğru sis iniyordu…
   Müzik, hafiften duyuluyordu arka odadan... Gözlerini dikmişti aynı yere, tam sokağın başına. Bir an olsun doğrultmuyor, rahatlatmıyordu kendini…
   Hava kararmaya başlıyordu. Gün, akşam öncesine adım atıyordu… Aklı karşı ağaçtaki kuşlara takılıp bir yerlere gidiyordu belki… Uzaklardaki anılarına… Annesine… Babasına… Çocuklarına… Ailesine… Doğup büyüdüğü şehre, İzmire… Üniversite yıllarına… Eski kitaplarına… Aşklarının pürüzsüzlüğüne… Dokunduğu kadın bedenlerine… Yaşamın, salıncakta sallanan bir çocuk gibi keyif verdiği yıllara… Gezip gördüğü ülkelere…
   Sigarasının izmariti yere düşecek gibi eğildi… Umursamadı… Müzik daha da kısıldı sanki dedi içinden… Dönüp, arka odaya gidip açmadı sesini… Baktı derince, hep ama hep aynı yere… Sokağın başına…
   Simitçi girdi sokağa… Canı çekti, sıcak taptaze bir simit… Yanında dumanı tüten çay hayal etti… Sevdiği küçük, tiryaki bardağında.
   Camı açıp, isteyebilirdi simidi… Yapmadı. Sadece baktı…
   Müzik sustu…
   Kül yere döküldü…