21 Ocak 2011 Cuma

SON KEZ



  Gün aydınlanmadan kalktım. Uyku huzursuzluk vermişti, karabasanlarla boğuşup durmuştum bütün gece… Balkon kapısını açıp dışarı çıktım. Sandalyelerin üzerinde iki kedi uyuyordu; birbirlerine dolanmışlardı ayazda üşümemek için. Beni fark etmediler…
  Denize baktım uzaktan. Çarşaf gibi olmalıydı… Dalgaların kıyıya getirdiği seslerden eser yoktu. Üşüdüm, içeri girdim. Kediler bu defa duydular adımlarımın sesini uyanıp dağılıverdiler sokağa doğru. Onları rahatsız ettiğim için üzüldüm, rahatlarını bozduğumu düşündüm.
  Yatak odasına girdim. Hafifçe çıplak bedenine dokundum. “ Aşkım…” dedim, “ Deniz mükemmel, kalk da balığa çıkalım ne zamandır gidemiyorduk. ”
  Bana doğru çevirdi uykulu gözlerini, yastığın altına soktuğu elini çıkardı. Yüzüme götürdü pamuksu ellerini. “ Günaydın. ” dedi. Güldüm gözlerinin içine bakarak. “ Canım sanada günaydın. ” dedim.
  “ Ee gidiyor muyuz ? ”
  “ Çok istiyordum uzun zamandır, tamam gidelim hadi de kahvaltıyı nasıl yapıcaz? Bu saatte ekmek gelmiş midir bakkala? Ben çok açım…”
  “ Ekmek almam şimdi, onunla uğraşamayız. Hemen denize çıkmamız lazım, ben ilerdeki fırından poğaça falan alıp gelirim hemen. O sırada sen de hazırlanadur.”
  “ Tamam, hava soğuk mu? ”
  “ Sabah ayazı var üşütür ince giyinme…”
  Bisikletime atlayıp, fırına doğru pedal çevirdim. Uyku sersemliğinde düşecek gibi oluyordum çocukluğumdan beri büyük bir zevkle bindiğim bisikletten… Fırın uzak değildi evimize. Yaklaştıkça taze ekmek kokularına bürünüyordu hava… Poğaçaları alıp gidona astım poşeti. Dönüş yolumda elektirik direkleri söndü, güneş doğmaya başladı… Karanlığın sertliği yumuşuyordu…

  “ Hazır mısın, sana sade poğaça aldım. Sabahın köründe yiyemezsin zaten kıymalı falan… ”
  “ Giyindim evet, üşümem değil mi böyle? ”
  Kumaşına dokundum üzerindekinin… “ Bununla üşümen imkansız hatta güneş doğunca terlersin bununla… Kısa kollu bir şeyler yanına al. ”
  “ Aldım zaten! ”
  “ Tamam ne kızıyorsun, unutursun falan diye söyledim sadece…”
  Kapalı balkona gidip, takım çantalarını aldım. Üzerime ne bulduysam geçiriverdim dolabımdan…  “ Hadi çıkalım artık  ” dedim.
  Sahille evimiz arasındaki mesafe kısacıktı. Etrafında çiçekler vardı yolumuzun… Ellerimiz doluydu. O, poğaçaları ve benim uzun oltamı taşıyordu. Benim elimde iki tane ağır takım çantası vardı. Adımımızı kumlara bastık, ben terliklerimi çıkartıp yalın ayak yürüdüm. Soğumuş, sertleşmişti kum. Devasa kayanın üzerinde yürüyor gibiydim…
  Ayaklarıma baktı. “ Üşüteceksin! ” dedi.
  “ Karışma sen bana, biliyorsun çok seviyorum soğukluğun üzerinde yürümeyi… ”
  “ Of! N’aparsan yap! ”
  Kayığımın yanına yürüdük. Ellerimizdeki yükleri içine koyduk. Anahtarla ufak dolabı açtım. İçinden süngeri çıkarttım. Temizleyip öyle yola çıkacaktık kayığımızı… Denize doğru yöneldim. Minik dalgacıklar oluşmaya başlamıştı. Sesleri incecikti, ruhumuzu dinginleştirdi… Kayığı üç beş dakika içerisinde pırıl pırıl yaptım. Küreklerin kilidini açtım. Takım çantasını açıp, ıskarmozları yerine taktım… Ben bunları yaparken o, poğaçalardan yemeğe başlamıştı bile. Bir şey demedim…
  Tek başıma ilk önce kıç tarafından döndürdüm, sonra var gücümle itmeye koyuldum. Zorlandım. Önüne uzun tahta parçaları yerleştirdim, kayık kaysın; işim kolaylaşsın diye… İttim tekrar. Suya değdi yarısı… “Atla hadi.” dedim.  İlk önce sol, sonra sağ bacağını attı ön tarafına oturdu kayığın. Altına sarı minderide aldı. İterek kayığa atladım… Ayağım kaydı son anda tutundum… Kürekleri takıp, denizi uyandırmak istemezcesine ufak ufak batırdım suya…
  Güneş sol tarafımızdan yükselmeye başladı… Denizin üzerini umutlu bir turunculuk sarıyordu her saniye…
  O’na baktım. Sigarasını yaktı. Sırtını bana dönüp, ayaklarını sallandırdı suya… Yeteri kadar yol aldık. Ayağa kalktım, kürekleri kayığın içine çektim.
  “ Çıpayı atmam gerekiyor, arka tarafa geçsene…” dedim. Hiç konuşmadı. Islak ayaklarıyla kaymamak için küreklere tutunarak arkasına geçti sandalın… Çıpanın ipini bağladım, usulca suya bıraktım. Bulunduğumuz yer derindi. Kalın ip aktıkça akıyordu suya… En sonunda durdu. Bağladım kayığın önüne kalan ipi… Sıktım.
  “ Gelebilirsin… ” dedim. Kalktı dikkatlice yürüdü ve yanıma oturdu. Elini tutmak istedim. Çekti. Umursamadım, sabahları sinirli olurdu. Yerime döndüm tekrar… Çantayı açıp onun el oltasını çıkardım. Verdim. Çaparileri mantardan çıkarıp oltasını açtı. Suya attı hemen… Ben de oltamı onun attığı yerin tam tersi yönde attım. İlk balığı o çekti. Üç mezgit takılmıştı. Kancadan çıkartma işi benimdi. Tutamazdı balıkları… Yüzü biraz gülmeye başlamıştı. Benim oltama vurup kaçıyordu balıklar…
  Hava ısınmaya başladı. Üzerindekini çıkartıp kısa kollusunu giydi. Güneşin parlattığı vücudundan gözlerimi alamadım. Giymeseydi dedim içimden… Öyle kalsaydı… Poğaçaların olduğu poşeti istedim. Uzattı ve “ Al canım… ” dedi. 
  “ Sinirin geçti anlaşılan, deniz iyi geldi. ” dedim.
  “ Evet canım, kendimi kontrol edemiyorum bazen…”
  “ Farkındayım bunun, neyse şimdi iyiyiz ya boş ver ben alıştım… ”
  Kalkıp yanıma oturdu. Üzerini çıkardı. “ Bırak şunları yemeği…” dedi. Elimdekini denize attım. Martılar uçuştular hemen, biri gelip kaptı ıslak poğaçayı.
  O sabah son kez denizde seviştik…

1 yorum:

  1. Emir Can iyi ki buraya koymuşsun hikayelerini :) hep devam et yazmaya olur mu ?

    YanıtlaSil